fbpx
Sepet

SEMA DALKILINÇ

Yazarlık, sadece kelimeleri bir araya getirmekten çok daha fazlasıdır; bir tutku, bir yolculuk ve aynı zamanda büyük bir mücadeledir. 

Sema Dalkılınç, bu eşsiz yolculukta yaşadığı deneyimlerini, ilham aldığı kaynakları ve yazarlık serüveninin iniş çıkışlarını içtenlikle paylaşıyor.

Türk edebiyatına yeni bir soluk getiren eserlerin yaratıcısı olan Dalkılınç, yazma sürecindeki en unutulmaz anlarını, karşılaştığı zorlukları ve bunları aşma yollarını anlatarak, hem yeni yazar adaylarına rehberlik ediyor hem de okuyucularını yazarlık dünyasının perde arkasına davet ediyor.

  1. Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Sizi bu yola yönlendiren en büyük ilham kaynağı neydi?

Yazmak… Benim için sadece kelimeleri bir araya getirmekten çok daha fazlasıydı. Kalemle kağıdın buluştuğu her an, içimdeki dünyayı keşfetmeye başladığım bir yolculuktu. Bu serüvenin ilk adımları, daha çocuk yaşta, ortaokul sıralarında atıldı. Türkçe dersinde, öğretmenimiz bir hikâye yazmamızı istemişti. Hikâyeler, o zamana kadar sadece okuduğum bir şeydi; yazmayı hiç denememiştim. Ama o gün içimde bir şey uyandı. Kalemim, hayatımda ilk kez kendi dünyasını yaratmak için harekete geçti.

İlk derste hikâyeyi yazdım, ikinci derste öğretmenimiz, yazdıklarımızı okumamız için birkaç öğrenciyi rastgele seçti. İsimlerden biri de benimkisi çıktı. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Hikâyem, dramatik bir olay örgüsüne sahipti; öyle ki, okumaya başladığım anda sesim titremeye başladı. Derken gözyaşlarım kelimelerime karıştı. O kadar etkilenmiştim ki sınıfta bir sessizlik oldu. Sadece ben değil, pek çok arkadaşım da gözyaşlarını tutamıyordu.

Öğretmenim yanıma yaklaştı, yumuşak bir sesle, “Etkilendiğini görüyorum, istersen devam etme,” dedi. Gözyaşlarım arasında bir gülümsemeyle cevap verdim:
“Bu gerçek değil ki… Sadece uydurdum!”

Sınıfta bir kahkaha koptu. Ama o gün, öğretmenimin gözlerindeki hayranlık ve söylediği o birkaç cümle, hayatımın dönüm noktası oldu. O, içimdeki yazma yeteneğini fark eden ilk kişiydi. O günden sonra yazmaya olan sevgim tutkuya dönüştü.

Ortaokul ve lise yıllarım boyunca okul gazetelerine yazılar yazdım, kompozisyon yarışmalarında hep dereceler aldım. Hatta sadece kendi adıma değil, yakınlarım için de yazardım; arkadaşlarımın, kardeşlerimin, hatta onların arkadaşlarının yazı ödevlerini üstlenirdim. Yazmak, hayatımın en doğal parçası olmuştu.

Ama hayat her zaman yazmaya olan tutkunuzu yaşamanıza izin vermez. Çalışma hayatı, bu tutkuyu uzun süre ertelememe neden oldu. İlaç sektöründe Orta Anadolu sorumlusu olarak yıllarca çalıştım. Sabahın erken saatlerinde başlayan,  geç saatlere kadar süren mesailerim vardı. Günlerim, kilometrelerce yol giderek geçti. Yazmak, beden ve zihin işidir; ama ikisi de o kadar yorgundu ki kalemimi elime almak mümkün olmuyordu.

Emekli olunca, bir yerleşiklik düzenine kavuşmam biraz zaman aldı. Ama bir gün, içimdeki o ertelediğim hayalimle yüzleştim: Artık bahanem kalmamıştı. Yazmak için ne zamanım ne de enerjim eksikti. Kalemi elime aldım ve ilk kitabımı yazmaya başladım. Bu süreç tam sekiz ay sürdü. Sonunda, yıllarca biriken düşüncelerimi ve deneyimlerimi kelimelere dökerek, hayalimi gerçeğe dönüştürdüm. İlk kitabımı yayımladıktan sonra, ikinci kitap da hızla geldi.

Yazmaya başlama nedenim sadece bir hayali gerçekleştirmek değil, aynı zamanda bilgi ve fikirlerimi daha geniş bir kitleye duyurmak istememdi. Şimdi geriye dönüp baktığımda, yazmak benim için sadece bir tutku değil, hayatımın anlamını bulduğum bir yolculuktu. Ve biliyorum ki bu yolculuk, son kelimeye kadar sürecek.

 2.Soru: Yazarlık kariyeriniz boyunca karşılaştığınız en büyük zorluk neydi ve bunu nasıl aştınız?

Yazmak… Aslında işin en keyifli ve belki de en kolay kısmı. Gerçek zorluk, yazdıklarınızı dünyaya ulaştırmak istediğinizde başlıyor. Yazarlık serüvenimde karşılaştığım en büyük engel, bir kitabın yayımlanma sürecindeki zorlu yolculuktu. Kitabınızı yazıyorsunuz, kaleminizi tüm samimiyetinizle kâğıda döküyorsunuz, ama yazdığınız eserin bir yayınevine ulaşması ve onların ilgisini çekmesi başlı başına bir savaş.

Öncelikle, kitabınızı bir editöre ulaştırmak bile bir mesele. Yazdıklarınız acaba bir editörün masasının üzerine koyulabiliyor mu? Mail gönderiyorsunuz ama o mail açılıyor mu, okunuyor mu? İşte bunlar, yayınevleriyle iletişim kurmanın en sancılı tarafları. Aylarca beklediğim oldu; o bekleyişin verdiği belirsizlik, insanın motivasyonunu kırabiliyor.

Çoğu zaman, başvurduğunuz yayınevlerinden hiç dönüş alamıyorsunuz. Cevap beklemek, adeta telefonun her çaldığında umutlanmak… Bilinmeyen bir numaradan gelen her aramada “Belki yayınevindendir!” diye heyecanlanmak ve ardından gelen hayal kırıklığı… Bu sürecin psikolojik yorgunluğu gerçekten çok ağır.

Bir kitabı yazmak, aslında yazarlığın ilk adımı. Gerçek zorluk, yazdıklarınızı okurla buluşturma sürecinde başlıyor. Yayınevleriyle çalışmanın güçlükleri, bu yolculuğun en çetrefilli kısmını oluşturuyor.

Özellikle küçük ve yeni yayınevleri, tanıtım ve reklam konusunda oldukça zayıf kalabiliyor. Sosyal medyada binlerce takipçisi olan yayınevleri dahi varlıklarını etkin bir şekilde duyuramıyor. Takipçi sayılarına bakıldığında görkemli bir tablo gibi görünse de, paylaşımlarındaki beğeni ve etkileşim sayıları bazen üçü, beşi geçmiyor. Hal böyle olunca, yapılan reklamlar da dar bir çevrede etkisiz kalıyor.

Yazarlar bu noktada büyük bir yanılsama yaşayabiliyor. Kitabın yayımlandığı an her şeyin bambaşka olacağını, geniş bir okuyucu kitlesine ulaşacağını düşünebiliyorlar. Ancak gerçekte, yayınevinin reklam ve tanıtım ağının sınırlı olması, kitabın okurla buluşma sürecini neredeyse imkânsız hale getirebiliyor. Bu bir sarmal: Yayınevi tanıtım yapıyor, ama hedef kitleye ulaşamadığı için sonuç alınamıyor. Sonuç alınamadıkça da yazarların hayalleri yarıda kalıyor.

Yazarlık serüvenine adım atmak isteyenlerin, bu süreci baştan bilerek yola çıkmaları çok önemli. Çünkü yazmak, işin en kolay kısmı. Asıl zorluk, yazdıktan sonra başlıyor. Kitabınızı yayımlatmak ve okurlara ulaştırmak, bazen imkânsıza yakın bir mücadeleye dönüşebiliyor.

Bu yüzden yazarlar, yayınevlerini seçerken çok dikkatli olmalı ve beklentilerini gerçekçi bir şekilde yönetmeli. Belki de kendi tanıtım stratejilerini oluşturmaları, sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanmaları gerekiyor. Çünkü günümüzde bir kitabın başarısı, sadece içeriğinin gücüyle değil, aynı zamanda onu nasıl ve kime duyurduğunuzla da yakından ilgili.

Unutulmamalı ki yazmak bir tutkudur, ama yazılanları insanlara ulaştırabilmek, sabır ve strateji gerektiren bambaşka bir mücadeledir. Yazarlar, bu gerçeği baştan kabul ederek yola çıktıklarında, hayal kırıklıklarını daha az yaşarlar ve emeklerini daha bilinçli bir şekilde yönlendirebilirler.

 

Ücretli yayın yapan yayınevleri başka bir zorluk. Bazıları amatör bir yaklaşımla, kitabı ve yazarı yalnızca bir ticari kazanç kapısı olarak görüyor. Elbette yayınevinin de kâğıt, matbaa, editör maaşları gibi masrafları var; bu işin bir maliyeti olduğunu biliyorum. Ama bazı yayınevlerinin talepleri gerçekten abartılı olabiliyor ve amatör yazarlar için bu süreç adeta bir kâbusa dönüşüyor. Matbaadan bir tık yukarıda olan amatör yayınevleri tam bir karabasan. Sonunda, büyük yayınevlerine ulaşamayan yazarlar, kendi imkânlarıyla kitaplarını bastırmak zorunda kalıyor. Ama bu da yeterince tatmin edici değil. Çünkü belki de yazdığınız kitap, hak ettiği ilgiyi görecek kadar değerli ve özgün, belki de geniş kitlelere ulaşabilecek bir eser. Ama o büyük yayınevlerinin kapısından giremediği için arada kaybolup gidiyor.

Bir kitabı yazmak, zorlu bir yolculuğun ilk adımıdır; yayınevi bulmak ise bu yolculuğun ikinci büyük engelidir. Ama iş burada bitmiyor. Yayıneviyle anlaşma sağladıktan sonra başka sorunlar da kendini göstermeye başlar.

Öncelikle, kitabınızın profesyonel bir şekilde hazırlanması için editörlük hizmeti alırsınız. Peki ya o “sihirli dokunuşlar” gerçekten yapılır mı? Editörünüz, metninizi gerçekten detaylı bir şekilde ele alıp güzelleştirdi mi, yoksa yüzeysel bir incelemeyle mi yetindi? Yazınızda yer alan anlam kaymaları, yazım hataları ya da gereksiz tekrarlar gerçekten giderildi mi? Bu sorular, yayıneviyle çalışmaya başladığınızda aklınızı kurcalamaya başlar.

Sonra kitabınız mizanpaj sürecine girer. Bu, kitabın sayfa düzeninin yapılması ve baskıya hazır hale getirilmesi aşamasıdır. Ancak mizanpaj sürecinde de sorunlar çıkabilir. Sayfa düzeninde kaymalar, başlıkların yanlış yerleştirilmesi, görsellerin hatalı yerleştirilmesi gibi teknik problemler, kitabınızın bütünlüğünü bozabilir.

Diyelim ki tüm bu süreçler başarıyla tamamlandı ve kitabınız matbaaya gönderildi. Burada da başka risklerle karşılaşırsınız. Baskı sırasında sayfa kaymaları olabilir, bazı sayfalar silik basılabilir ya da tamamen boş çıkabilir. Kapak baskısında renklerin beklediğinizden soluk olması, kapak malzemesinin kalitesizliği veya kitapların fiziksel hasarlarla (yırtık, ezik, tahribat) gelmesi gibi problemler yaşanabilir. Matbaanın işini düzgün yaptığından asla tam olarak emin olamazsınız. Zaten bundan emin olmak yayınevinin görevidir. Matbaayı ve yazarının kitabını titizlikle denetlemelidir.

Tüm bu süreci nihayet tamamladığınızda, kitabınız elinize ulaştığında gerçeği görürsünüz. Sorularınızın cevaplarını ancak o an alabilirsiniz. “Kitabım gerçekten kusursuz mu oldu? Tüm emeğim karşılığını buldu mu?” İşte bu noktada ya büyük bir rahatlama hissedersiniz ya da hayal kırıklığı yaşarsınız.

Yazarlar için bu süreç sadece maddi bir yatırım değil, aynı zamanda manevi bir mücadeledir. Çünkü yazmak, yalnızca bir şeyler üretmek değil; aynı zamanda yılların emeğini ve hayalini kağıda dökmektir. O yüzden, kitap yazmak isteyen herkesin bilmesi gereken bir gerçek var: Asıl mücadele, yazı bittiğinde başlar.

Eğer yayınevi sürecine adım atacaksanız, her detayla yakından ilgilenmeniz ve sıkı bir kontrol süreci yürütmeniz gerekir. Dosyanızı teslim ettiğiniz andan kitabınızı elinize alıncaya kadar, işin her aşamasını takip etmelisiniz. Zira en küçük bir aksaklık bile, sizin aylarca üzerinde çalıştığınız eserin kalitesini etkileyebilir.

Sonuç olarak, kitabınızı basılmış bir şekilde elinize aldığınızda hissettiğiniz mutluluk paha biçilemezdir. Ancak bu mutluluğa ulaşabilmek için yazarlık yalnızca yaratıcılık değil, aynı zamanda sabır, detaylara gösterilen özen ve bitmeyen bir çaba gerektirir. Kitap yazmak, her şeyin başlangıcıdır; ama onu hayal ettiğiniz gibi dünyaya sunabilmek, gerçek bir ustalık ve emek işidir.

Tesla: Tanrı’nın İzi, 3-6-9’un Gizemi adlı kitabımın ortaya çıkış süreci aslında yıllar boyu süren bir ilgi ve merakın ürünüydü. Nikola Tesla, her zaman beni büyülemiş bir isim oldu. Ancak bu ilgim sadece onun bilimsel başarılarıyla sınırlı değildi; onun bir insan olarak nasıl biri olduğunu anlamak da benim için çok önemliydi.

Yıllar boyunca Tesla hakkında pek çok kitap ve yazı okudum. Ama ne yazık ki çoğu, sadece teknik terimlerle dolu ve sıkıcı metinlerdi. Tesla’nın buluşlarından bahsederken, onu bir insan olarak tanımamıza izin vermiyorlardı. Daha kötüsü, okuduğum kaynakların çoğu birbirini tutmuyordu; bilgi kirliliği dediğimiz durum sıkça karşıma çıkıyordu. İşte bu noktada karar verdim: Tesla’yı bir insan olarak anlatan, akıcı ve ilham veren bir kitap yazmam gerekiyordu.

Araştırmalarımı derinleştirdim. Sadece Türkçe kaynaklarla yetinmedim; yabancı belgeleri, arşivleri ve açıklanan dökümanları titizlikle inceledim. Yüzlerce kaynaktan edindiğim bilgileri, bir bütün halinde ve insancıl bir yaklaşımla birleştirmeye çalıştım. Amacım, Tesla’yı hem bir bilim insanı hem de bir insan olarak anlatan kapsamlı ama sıkmadan okunacak bir eser ortaya koymaktı.

Kitabımda Tesla’nın yalnızca buluşlarını değil, yaşadığı çağı, o dönemin insanlarını ve olaylarını da anlattım. Edison’la rekabetini, Westinghouse ile olan ortaklığını, Niagara Şelalesi’nin elektrik enerjisiyle buluşmasını, kablosuz elektriğin hayalini kurduğu günleri… Ancak tüm bunların yanında, Tesla’nın hayattaki en insani yönlerine de dokunmak istedim:

İlk aşkını ve bu aşkın ona verdiği derin acıyı…

Abisinin ölümünün onun ruhunda bıraktığı derin yarayı…

Yalnız bir dahinin, bilim uğruna nelere katlandığını…

Ve elbette, yüz yıl sonrasını gören bir zihnin, insanlığı nasıl şekillendirmeyi hayal ettiğini…

Tesla belki de ilk kez uzaylılarla iletişim kurduğuna inanan bir mucitti. Onun vizyonu, yaşadığı dönemi aşan, evrenin sırlarını çözmeye adanmış bir yolculuktu. İşte tüm bu yönleriyle Tesla: Tanrı’nın İzi, 3-6-9’un Gizemi, Tesla’nın insan yönünü ve dâhiyane zihnini harmanlayan bir eser olarak doğdu.

Okurlarından aldığım geri dönüşler ise beni fazlasıyla mutlu etti. Roman tadında, akıcı ve bilgi dolu bir kitap yazmayı hedeflemiştim ve bu hedefime ulaştığımı hissetmek tarif edilemez bir duygu. Bu kitap, sadece Tesla’yı değil, onun yaşadığı dönemi ve insanlık tarihine olan etkilerini de keşfetmek isteyen herkes için bir davet niteliğinde.

 

3.Soru: Yakın zamanda üzerinde çalıştığınız ya da okuyucularınızı heyecanlandıracak yeni bir projeniz var mı? Eğer varsa, bu proje hakkında ipucu verebilir misiniz?

Evet, şu anda üzerinde çalıştığım birkaç yeni proje var ve bunlar beni gerçekten heyecanlandırıyor! Ancak öne çıkan iki tanesinden bahsetmek isterim.

İlk projem bir aşk romanı. Ama sıradan bir aşk hikÂyesi değil. Günümüzde dizi ve filmlerde sıkça gördüğümüz entrikalar, aldatmalar, intikam planları, zayıf kadın figürleri, acımasız ve güçlü erkek karakterler ya da fettan ve sinsi kadın klişeleri beni artık o kadar yordu ki yıllardır bu tür yapımları izlememe kararı aldım. Ruhumu daha fazla kirletmek istemedim. Bu yüzden, içinde hiçbir entrikanın, yapay dramanın ya da klişenin yer almadığı, saf, doğal ve samimi bir aşk hikâyesi yazmayı hedefliyorum. Gerçek sevginin ve dürüstlüğün hâkim olduğu, okuyucuların içini ısıtacak bir hikâye oluşturmak istiyorum. Ancak burada bir noktaya dikkat çekmek isterim: Sadece bilimkurgu yazarı olarak anılmak istemiyorum. Ben her konuda yazabileceğime inanıyorum ve edebi gücümü farklı türlerde de göstermek istiyorum. Bu nedenle bu proje benim için hem bir meydan okuma hem de büyük bir tutku.

 

İkinci projem ise, yine ilk iki kitabımda olduğu gibi, bilimkurgu ve mistik öğeler barındırıyor. Bu türlere olan ilgim ve bilgim yadsınamaz bir gerçek. Bu kez odaklandığım konu paralel evrenler. İnsan zihninin sınırlarını zorlayan, hayal gücünü harekete geçiren bu alan, beni yazmaya çağırıyor diyebilirim. Her iki projede de okuyucuları yepyeni dünyalarla buluşturmak, farklı duygular hissettirmek ve unutulmaz bir deneyim yaşatmak için çalışıyorum. Yakında bu projelerle ilgili daha fazla detay paylaşmayı dört gözle bekliyorum!

4.Soru: İlk kitabınızı yazarken yaşadığınız en unutulmaz anı bizimle paylaşır mısınız? O zamanlarda kendinize güveniniz nasıldı?

Cevap:
İlk kitabımı yazarken yaşadığım hisleri hatırladıkça yüzümde bir tebessüm oluşuyor. O zamanlar, ilk kitabım olduğu için kalemim biraz çekingen, adımlarım ise ürkekti. Üstelik yazdığım tür bilimkurgu olduğu için “Hadi canım, bu da ne?” diyecek okuyucular çıkar mı diye çekiniyordum. Böyle düşünceler, cesurca yazmamı biraz engelliyordu. Aklımdaki her şeyi açıkça kâğıda dökmekte zorlanıyordum. Kalbimden geçenleri tam anlamıyla yansıtmakta tereddütlerim vardı. Ama şunu söyleyebilirim: artık o günlerdeki ben değilim!

Bugün, bir yazarın kaleminin (ya da günümüz için bilgisayar klavyesinin) özgür olması gerektiğine inanıyorum. Artık yazarken ne düşünecekler, ne derler gibi endişelerimi bir kenara bıraktım. Yazmak, her şeyden önce bir özgürlük meselesi. İçten gelen her şey, cesurca yazılmalı.

Bu süreçte hâlâ geleneksel bir alışkanlığımı sürdürdüğümü de paylaşmak isterim. Kitaplarımı yazmadan önce mutlaka kalemle notlar alıyorum, hatta bazen tüm kitabı deftere el yazımla yazıyorum. Daha sonra bu yazdıklarımı bilgisayara aktarırken düzeltmeleri ve eksiklikleri fark etmek benim için çok daha kolay oluyor. Bu yöntemle hikâyemi hem derinlemesine hissediyor hem de ikinci bir gözle değerlendiriyorum.

En unutulmaz anıma gelirsek… Aslında o döneme dair çok fazla güzel hatıram var, ama şimdi hepsini düşününce tek bir tanesi öne çıkmıyor. Belki de en unutulmaz an, kitabımın yazımını tamamlayıp son noktayı koyduğum an olabilir. O anın verdiği tatmin ve huzur duygusu gerçekten tarifsizdi. Yine de insanın ilk kitabını yazarken hissettikleri, o acemilik ve heyecan karışımı, başlı başına unutulmaz bir deneyimdir. Bu nedenle, unutulmaz bir an yerine, o dönemin kendisi benim için baştan sona unutulmazdı diyebilirim. 

5,Soru: İlhamınızı daha çok nereden alıyorsunuz? İlham geldiğinde bunu yazıya dökme süreciniz nasıl oluyor?

Cevap:
İlhamımı çevreden alıyorum diyemem, çünkü bugüne kadar yazdığım eserler, özellikle bilimkurgu ve mistik türde olduğu için çevresel geri dönüşlerle şekillenemezdi. Ancak şu an üzerinde çalıştığım aşk romanı farklı bir yerde duruyor. Bu kez, çevremde gözlemlediklerim, oluşan düşüncelerim ve hayatta olmasını arzu ettiğim duygular bu eserin temelini oluşturabilir. Gerçek sevgi, samimiyet ve entrikasız bir aşk hikâyesi yazma fikri tamamen gözlemlerim ve özlemlerimle bağlantılı.

İlham geldiğinde, bunu hemen yazıya dökmek için çabalarım. Notlar alır, elimden geldiğince o anki fikirleri kaybetmemeye çalışırım. Bazen uyku öncesinde ilham aldığım konuyu zihnimde şekillendirir, hayalimde yazarım. Öyle ki, bazen rüyalarım bile bu sürecin bir parçası oluyor; gördüğüm rüyalar, hikâyelerime ilham verecek kadar derin ve etkileyici olabilir.

Yazmak, sadece ilham meselesi değil; bu bir yoğunlaşma ve derin bir odaklanma işidir. Yazmaya başladığımda, bu sürecin kesintiye uğramaması çok önemli. Bir telefon çalması, anlamsız bir konuşma, çevresel gürültü ya da zamansız bir davet, ilhamın büyüsünü bozabilir. Yazı yazarken birinin “Sonra yazarsın, hadi bir kahve içelim” demesi çok masum görünebilir ama yazarlık öyle bir şey değil. Bu, bir müzik dinlerken “pause” tuşuna basıp kaldığın yerden devam etmek gibi bir süreç değil. İlhamla başlayan o duyguyu kaybedersen, geri döndüğünde aynı yoğunlukta yazamayabilirsin.

Bu konuda özellikle ailem çok anlayışlı davrandı. Ama arkadaşlarıma durumu anlatmak ve yazarlık düzenimi kabul ettirmek kolay olmadı. Anlamalarını sağlamak için uzun uğraşlar verdim. Çünkü yazarlık, sadece oturup yazmaktan ibaret değil. Yazma süreci, bir kadının doğum sancıları gibidir; ağır ağır gelişir ve bölündüğünde yeniden başlamak zor olabilir. Bu yüzden yazmak benim için bir ritüel ve anlayış gerektiren bir süreç. 

6-Soru: Kitabınızın MST Yayıncılık tarafından yayınlanma süreci nasıldı? Bu süreçte yayınevi size nasıl destek oldu?

Cevap:
MST Yayıncılık ile tanışmadan önce, uzun bir arayış süreci geçirdim. Bir yayıneviyle anlaştım gibi görünüyordu; büyük ve ideal bir yayıneviydi, yazarları ve yayımladıkları kitaplar çok beğenilirdi. Genel yayın koordinatörü beni arayarak kitabımı yayınlamak istediklerini, çok heyecanlandıklarını ve beğendiklerini söylediler. Bu tür övgüler duyduğumda bir yazar olarak motive oldum, ancak sözleşme hakkında da konuşmam gerektiğini belirttim. Yayınevi, ücretli kitap basan yayınevleri gibi hemen bir sözleşme yapmadıklarını, kitabımın basım aşamasında sözleşme yapacaklarını söyledi. O an bir belirsizlik oluştu, ama sabırla beklemeye karar verdim.

Bekledim, ama dört ay boyunca editörün aramasını beklemek zor oldu. İki kez genel yayın koordinatörünü aradım, ancak hep aynı cevapları aldım: “Dönüş yapılacak, editörün elinde çok dosya var.” O kadar bekledikten sonra, yaz geldi ve yayınevinden bana aynı kişi tekrar telefon etti ve “Kitap yazın çıkmaz” dedi. O kadar sinirliydim ki bu süreçten, kitabımın basılmasını istemediğimi belirterek yayınevinden kitabımı çektim.

Daha önce MST ile görüşmüştük, ama kitabımın diğer yayınevinden çıkacağını iletmiş, ilğileri için teşekkür etmiştim.  Olanlardan sonra zaman kaybettiğimi düşündüm ve MST’yi tekrar aradım. Dosyamı gönderip, kabul edilirse, hızla çıkmasını istedim.  Dosyamı incelediler ve iki gün içinde evet sadece 2 gün içinde bana geri dönerek kitabımı çok beğendiklerini, yazım dilini ve konusunu, düzenini çok başarılı bulduklarını söylediler. Süreç başladı ve gerçekten bir ay içinde kitabım basıldı.

Bazı aksilikler oldu tabii, ancak MST Yayıncılık bu aksilikleri hızla halletti. Karşınızda sürekli muhatap bulabiliyor ve süreç hakkında anında bilgi alabiliyorsunuz. Telefondan geri dönüş alamamak ya da belirsizlik içinde kalmak gibi sorunlar yaşamadım. Bu tür faktörler, yazarın güvenini kazandıran unsurlar.

İtiraf etmeliyim ki, A sınıfı bir yayınevinden çıkmak isterdim, çünkü tanıtım ağları, satış ağları, reklam, fuar ve imza günleri gibi fırsatlar var. Ancak yazar olarak yeni başlayan biriyseniz, A sınıfı büyük yayınevlerine ulaşmayı aklınızdan çıkarın. Kitap fiyatları da oldukça yüksek ve ekonomik durum göz önüne alındığında, okuyucular daha fazla düşünerek alışveriş yapıyor. Kitabın geniş bir satış ağına sahip olması çok önemli. Her satış platformunun kitabı tanıtması, görünürlüğü artırması ve yazarın daha fazla kitleye ulaşmasını sağlaması önemli. Bu, kitabın reklamı anlamına gelir. Yazarın kitabı satıldıkça yayınevi para kazanırken prestij de kazanır, bu sinerji büyür. Yayınevi bunları sağlıyor mu?

MST Yayıncılık ile bu yolculuğa birlikte çıktık ve amacımız daha güzel satışlara ve imkanlara ulaşmak. MST Ajans bünyesinde emeği geçen tüm çalışanlara ve özellikle şirket sahibi ve genel yayın koordinatörü Serkan Bey’e çok teşekkür ederim. Sema Dalkılınç

 

WHATSAPP HATTI
HEMEN KİTAP YAYINLA