Sepet

CEBRAİL LEVENTCANLI

1.⁠ ⁠Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Sizi bu yola yönlendiren en büyük ilham kaynağı neydi?

Yazmak, benim için dış dünyaya değil, iç dünyama açılan bir kapıydı. Yaşadığım hayatın düzensizliği, anlam arayışım ve içimdeki varoluşsal huzursuzluk, beni yazmaya değil, yazıyla yaşamaya itti. Küçük yaşlardan itibaren hayat bana evrenin öngörülemez, dağınık ve zaman zaman acımasız olduğunu fısıldadı.

Bu dışsal kaotik yapı, zamanla içimde de bir boşluk yarattı. İşte bu boşluk, önce okumaya, sonra yazmaya dönüştü.

Okumak, bu dağınıklık karşısında bir tutunma aracıydı. Kitaplar bana yaşamadığım bir şeyi sundu: düzen, bağlantı, neden-sonuç ilişkisi… Okudukça zihnimin dağınık haritası çiziliyor, içimde eksik olan şey dışarıdan ödünç alınıyordu. Her kitap bir dünya, her cümle bir yön duygusu veriyordu.

Ama zamanla fark ettim ki, okuduklarımda da bir eksiklik vardı: bilgi, giderek parçalanıyor, sezgi sistem dışına itiliyor, felsefe ile bilim birbirinden uzaklaşıyordu. Her biri kendi kulvarında koşuyor ama birbirine değmiyordu. Bu farkındalık, beni yalnızca okuyan değil, artık yazan bir insan olmaya yöneltti. Çünkü artık yalnızca anlam aramıyor, onu kurmak istiyordum.

Yazmak, benim için bir kendilik eylemi haline geldi. İçimdeki dağınıklığı sözcüklerle düzenlemek, sezdiğim bütünlüğü kelimelerle kurmak istedim. Yazarken yalnızca düşünmüyor, aynı zamanda hissediyor; yalnızca anlatmıyor, dönüşüyordum. Artık ben hayatı yazmıyordum, hayat beni yazıyordu…

Ve bu yüzden kitabımın adı da kendiliğinden doğdu: Bizi Yaşayan Hayat.

2.⁠ ⁠Yazarlık kariyeriniz boyunca karşılaştığınız en büyük zorluk neydi ve bunu nasıl aştınız?

En büyük zorluk aslında dışsal değil, içsel bir mücadeleydi: Özgüven. Yazarken sık sık kendime şu soruları sordum: “Acaba anlamlı cümleler kuruyor muyum? Yazdıklarım anlaşılıyor mu? Düşüncelerim yeterince derin mi, mantıklı mı, tutarlı mı?” Bu sorular zihnimde zaman zaman bir yankı odasına dönüşüyordu. Özgüvenim dalgalanıyordu. Bir paragraf yazıyor, sonra geri siliyor, sonra tekrar yazıyor, sonra yine şüpheye düşüyordum. Gerçekten zordu. Hatta bazı anlarda yazmayı tamamen bırakma noktasına bile geldim.

Ama zamanla fark ettim ki, bu güvensizlik aslında yazıya olan aşırı saygımdan ve metne verdiğim önemin bir yansımasından kaynaklanıyordu. Kolay kabullenmemem, aslında kolayca inanmamamdı. Bu farkındalık, yavaş yavaş içsel dengeyi kurmamı sağladı.

Bir diğer zorluk da kendi yazı tarzımı keşfetmekti. Ne akademik kalıplara sığmak istedim, ne de popüler anlatıların izinden gitmek… Kendi sesimi bulmak zaman aldı. Ama sonunda buldum: sezgiyi merkeze alan, düşünceyle duyguyu harmanlayan, okurun zihnine değil, yüreğine dokunan bir üslup. Bu dili bulmak, benim için sadece yazarlık değil, kimlik inşasıydı.

3.⁠ ⁠Yakın zamanda üzerinde çalıştığınız ya da okuyucularınızı heyecanlandıracak yeni bir projeniz var mı? Eğer varsa, bu proje hakkında ipucu verebilir misiniz?

Evet, içimde ağır ağır büyüyen yeni bir projem var. Ancak bu kez acelem yok. Çünkü bu proje, sadece bilgiyle değil, zamanla ve içsel olgunlukla ilerliyor. Hedefim sanat üzerine daha kapsamlı ve derinlikli bir eser ortaya koymak. Özellikle sanatın zaman algısıyla ilişkisi, sanatın yalnızca estetik değil aynı zamanda ontolojik bir ifade biçimi oluşu üzerine yoğunlaşıyorum.

Bununla birlikte uzun vadeli hedeflerimden biri de holistik evren anlayışı üzerine yazmak. Bilimi, sezgiyi ve felsefeyi aynı çatı altında birleştiren, bütünsel bir evren tasavvurunu dillendiren bir metin… Bu yeni çalışma, hem metafizik hem de kozmoloji katmanlarına uzanan bir düşünsel altyapı gerektiriyor. Dolayısıyla yavaş yavaş, sezgisel bir inşa süreciyle ilerliyorum.

Benim için önemli olan hızlı bir üretim değil, doğru bir titreşime denk düşen anlatı kurabilmek. Şu an bu fikirlerin çağrısını dinliyor, onların kendi zamanlarında doğmalarına izin veriyorum. Her fikir, kendi toprağında kök salmalı; ben sadece toprağı dikkatle sulamaya devam ediyorum.

4.⁠ ⁠İlk kitabınızı yazarken yaşadığınız en unutulmaz anı bizimle paylaşır mısınız? O zamanlarda kendinize güveniniz nasıldı?

İlk kitabımı yazarken yaşadığım en unutulmaz an, belki de biraz mistik bir deneyimdi… Kitabın tamamını yazmıştım ama son sözü bir türlü yazamıyordum. O kısım sanki kitabın kalbi gibiydi — her şeyi toparlamalı, kitabın özünü, ruhunu, titreşimini tek bir noktada yankılamalıydı. Yaklaşık 10 gün boyunca sadece son söz üzerine düşündüm. Yazdım, sildim, yeniden yazdım… Ama hiçbirini beğenmedim.

Sonra bir sabah, alacakaranlıkta, uykuyla uyanıklık arasında, kendi iç sesimi duydum. Gerçek anlamda duydum. Adeta içimdeki bir varlık, bana kitabın son sözünü fısıldadı. Ne yazacağımı, nasıl yazacağımı bana “ben” anlattı. O an ne kalem oynattım ne kelime düşündüm — sadece dinledim. Sonra kalktım, o sesi takip ederek cümleleri toparladım ve son söz böyle doğdu.

Bu, sadece bir paragraf yazmak değildi. Bu, bir içsel açıklığın yankısıydı.

Zaten kitabı yazarken zaman zaman şöyle hissettim: Sanki ben yazmıyordum, kitap kendini yazıyordu. Ellerim, zihnim, bedenim sadece bir aracıydı. Cümleler, benim içimden değil, içimdeki başka bir derinlikten süzülüp sayfalara akıyordu. Yazı ilerledikçe ben küçülüyor, metin büyüyordu. Bu çok güçlü ve yer yer sarsıcı bir histi. Ama sanırım yazarlık dediğimiz şey de tam olarak bu: Bir metnin sana değil, senin metne hizmet ettiğin o eşik…

Kendime güvenim o dönemde ne çok yüksekti ne de yerle birdi. Aslında soruları bırakınca, metne teslim oldukça, güven de geldi. Çünkü artık ben anlatmıyordum; kitap kendi sesini bulmuştu.

5.⁠ ⁠İlhamınızı en çok nereden alıyorsunuz? İlham geldiğinde bunu yazıya dökme süreciniz nasıl oluyor?

İlham benim için ani gelen bir büyü değil; daha çok, zihnimde sessizce çalışan bir radar sistemi gibi… Anlamlı bir düşünce, mantıklı bir söz, derin bir cümle, hatta bir reklam sloganı ya da bir atasözü… Bazen de sadece tuhaf bir kelime—daha önce defalarca duyduğum ama hiç o gözle bakmadığım bir kelime—bütün bir düşünceyi tetikleyebiliyor.

Bir kavram, bir deyim, bazen bir aforizma ya da iyi düşünülmüş bir sosyal medya metni… Bunların her biri içimde fikirsel ve entelektüel bir işçiliği harekete geçiriyor. Kelimelere karşı olağanüstü bir düşkünlüğüm var. Onları yalnızca anlamlarıyla değil, taşıdıkları titreşimle, çağrışımlarıyla, tınılarıyla seviyorum.

Sanki içimde bir şey, sürekli tarama hâlinde… Bir cümleyi, bir anlatımı, bir üslubu fark ettiğinde, onu tutuyor, kıvılcımı yakıyor ve zihnimde başka fikirsel maceralara kapı açıyor. Bu bir nevi düşünce yankısı: bir yerden gelen ses, içimde karşılığını bulunca büyüyor, başka bir şey oluyor, dönüşüyor.

Yani ilham geldiğinde ben oturup “ne yazsam” demiyorum. Aksine, yazı zaten birikmiş oluyor. Yapmam gereken tek şey, onun akmasına izin vermek. Cümleler benden değil, içimde birikmiş bir alandan süzülüyor gibi… Bu yüzden ilhamı “yakalamak” değil, onu duymak gibi görüyorum. Çünkü bazı fikirler kapıyı çalmaz — içeri girer..

6. Kitabınızın MST Yayıncılık tarafından yayımlanma süreci nasıldı? Bu süreçte yayın evi size nasıl destek oldu?

Ben bu süreci en başından beri bir “iş birliği” olarak gördüm. Bir ticari anlaşmadan ziyade, iki tarafın da katkı sunduğu ortak bir yaratım süreciydi benim için. Elbette zaman zaman bazı pürüzler yaşandı; fakat bunlar doğal şeylerdi. İlk kitabını yazan biri olarak taşıdığım heyecan ve hassasiyet, ajans tarafında da karşılığını bulunca bu pürüzler çok kısa sürede ve sağduyuyla aşıldı.

İletişim bazı anlarda sekteye uğradıysa da, bu da büyük oranda sürece dair deneyimsizliğimden ve eserime olan duygusal bağlılığımdan kaynaklandı. Fakat ajans, bu süreçte oldukça yapıcı ve sabırlı bir tutum sergiledi. Bu da bana güven verdi. Sonuçta, kitabımın hem içerik hem de görsel olarak istediğim çizgide, benimle birlikte şekillenmiş olması önemliydi — ve bu konuda ajansa dair genel bir memnuniyet duyuyorum.

Eğer bir gün yeniden kitap yazmaya karar verirsem, büyük ihtimalle yine aynı yoldaşlığı tercih edebilirim. Çünkü süreç ne kadar zorlu olsa da, birlikte yürümenin değerli bir karşılığı olduğunu gördüm..